Dünyada ilk defa ne zaman kullanıldığı hakkında farklı rivayetler olsa da cam, alabileceği en güzel şekillerden birine Osmanlı İstanbul’unda kavuştu: “Çeşm-i bülbül”. Yani, hem sesiyle hem suretiyle zarafet sembolü olan bülbülün gözü…  Cama yepyeni bir estetik veren bu teknik, kısa süre içinde Osmanlı cam sanatının zirvesini temsil edecek, zenginliğin ve ihtişamın en değerli eşyalarından birisi olacaktı…
Nasıl Ortaya Çıktı?
İnsanoğlunun camı keşfi ve şekillendirmeyi öğrenmesinden sonra, yüzyıllar içerisinde cam sanatında yeni teknik ve üsluplar ortaya çıktı. Bu yeniliklerden Osmanlı da nasibini aldı. Mahir ustaların nefesiyle şekillenen Osmanlı cam sanatı, gün geldi tüm dünyada adından söz ettirdi.
Hâlâ en kıymetli cam eşya arasında gösterilen çeşm-i bülbülün geliş hikâyesi şöyle anlatılır: Sultan Üçüncü Selim (1789-1807), Mevlevî dervişi Mehmed Dede’yi cam tekniklerini öğrenmek için Venedik’e gönderir. 
Burada cam sanatına dair çalışmalarda bulunan Mehmed Dede, İstanbul’a döndüğünde Beykoz’da bir atölye açar. Ürettiği eserlere “Beykoz İşi” adı verilir.  Mehmed Dede 
 Venedik’te öğrendiği teknikleri kendi bilgisi ve maharetiyle harmanlayıp cama yepyeni bir şekil kazandırır.  Bu yeni usulle üretilen cam eşya, ışığa tutulduğu zaman yahut göze yaklaştırılıp uzaklaştırıldığında bülbül gözüne benzeyen hareler görüldüğünden (başka bir rivayete göre de üzerindeki cam çubuklarının birleşim noktalarının bülbül gözüne benzemesinden) dolayı, çeşm-i bülbül “bülbül gözü” olarak adlandırılır.